Kategoriyan hilbijêre;

Tenê yên kurdî?:

Pêşîn yên:

Agahî: dema 2 an jî zêdetir kategorî hatin hilbijartin, bila mijar wan hemû kategoriyênku te bijartine, bihewîne an hema tenê yek ji wan kategoriyan bihewîne jî bes e?
Hemû an hema kîjan be:


15 mijar û 24 peyam
edip yüksel

edip yüksel

13. Nivîskarê ku berî niha 19 salan ev meqale nivîsiye. Xwezî min kurdiya wê jî dîtibana lê mixabin xwuya nake û wergera kurdî jî vê kêlîkê zor e. Lê tirkiya vê maqaleyê min dît. Kerem bikin :

Evet, Ben Bir Kürt’üm

Edip Yuksel, J.D.

Aklınca beni Türk faşistlerine kötületmek için Trorge adıyla yazan Hamza Mutlu tarafından çevrildi…
(Internette avatar olarak Svastika kullanan bir Türk faşisti)

(Bu yazının orijinalı için bak: Yes, I am a Kurd, Journal of International Law & Practice,
Volume 7, Fall 1998, Issue 3, Detroit College of Law, Michigan State University)

Çevirinin orijnile ne kadar sadık olduğu maalesef incelenmemiştir. Maalesef, makalenin dipnotları da çevrilmemiştir. Makalenin son bölümündeki iki kısa makale de çevrilmemiştir. Orijinal makale için bu sitedeki İnglizce bölümünde Law and Philosophy kategorisinde Journal Articles başlıklı bölüme bakınız.



”Kürtler, evde bile evsizken dışarıda vatansızlar. Onların eski acıları, anlaşılmaz bir dilin içine hapsedildi. Çabucak sıkılan dostlarının yanında, güçlü ve sabırsız düşmanları var. Onlar için yaşam mücadelesi, hatta kimliğin kendisi bile bir çeşit zafer.” Christopher Hatchens

”İnanıyorum ki Türk, bu toprağın tek sahibi, tek efendisi olmalıdır. Saf Türk olmayanların bu ülkede, hizmetçilik ve kölelikten başka bir hakkı olamaz.” Eski Adalet Bakanı Mahmut Esad Bozkurt

Ben bir birey olarak, bir çok unsura sahibim. Kendimi, bağlama göre birçok şekilde tanımlayabilirim. Bir homo sapien, bir monoteist, Yahya ve Metin’in babası, bir koca, bir Türk yazar, bir filozof, bir avukat, bir şüpheci, bir mümin, bir demokrat, bir muhafazakar, bir Amerikalı, bir siyasi-aktivist, bir reformcu, bir satranç oyuncusu, bir şair, çok yönlü bir insan, bir Macintosh kullanıcısı, bir öğretmen… ve bir Kürt. Kişiliğimi oluşturan hem çok, hem çeşitli öğelerin arasında bir Kürt olmanın tam olarak hangi sırada olduğundan tam olarak emin değilim, ama son zamanlarda bu benim en önemli özelliklerimden biri durumuna geldi. Neden? Çünkü fark ettim ki, Kürt kimliğim reddedilmekte… Ve aynı kültürü ve mirası paylaşan insanlar, yalnızca Kürt bir ailede doğdukları için katlediliyorlar.

Ben Kürtçe’yi, konuştuğu diğer dört dilden (Türkçe, Arapça, Farsça, İngilizce) daha akıcı konuşamayan bir Kürt’üm. Ben, 19 yıl önce 21 yaşındaki kardeşimi Bozkurtlar’ın (Türk milleyetçi militanları) ırkçı kurşunlarıyla kaybetmiş bir Kürt’üm. Ben din ve politika hakkında yazılar yazdığı için, kardeşinin katilleriyle aynı kodese konulmuş ve hayatını milliyetçi Bozkurtlar’ın bıçak ve dişleriyle kaybetmesine ramak kalmış bir Kürt’üm! Ben, ”Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım; hangi çılgın bana zincir vuracakmış, şaşarım!” cümlelerini içeren Türk milli marşını okumayı reddettiği için Türk hapishanelerinde sistemli olarak işkenceye uğramış bir Kürt’üm. Ben ilkokul, ortaokul ve lise boyunca ”Ne mutlu Türk’üm diyene!” ve ”Bir Türk Dünya’ya bedeldir!” demeye mecbur bırakılmış bir Kürt’üm. Ben babasının, Kürtler’in aşağılandığı ve ikinci sınıf insan sayıldığı bir kentte hayatta kalabilmek için Kürtçe konuşmayı yasakladığı bir Kürt’üm. Ben şu anda, kaşığı tercih eden Kürtler’in aksine pilavımı çatalla yiyen bir Kürt’üm. Ben Türkçe ve İngilizce eserler vermiş, ama Kürtçe hiçbir şey yazmamış bir Kürt’üm.

Ne yazık ki, Amerika’ya göçene ve 30’lu yaşlarımın sonlarında hukuk okuyana kadar halkımın sorunlarına karşı neredeyse kör olmuştum. Kırk yaşında, evlenip iki çocuk sahibi olduktan ve Amerikan vatandaşlığı aldıktan sonra, halkımın tarihi, onların yaşam biçimi, onların masumiyeti, duyarsızlıkları, zekaları, kahramanlıkları, ihanetleri, kandırmacaları, lehçeleri, yoksullukları, mitleri, dinleri, dağları, katliamları, soykırımları, canavarlıkları, ve onların acımasız ve ırkçı dört ülke, Türkiye, Irak, İran ve Suriye hakimiyetindeki engebeli toprakları üzerine okumaya başladım.

Kürt çocukların, erkek ve kadınların nadiren gülümseyen yüzleri şimdi benimle konuşuyor; onların sorgulayan bakışlarından kaçamıyorum: ”Brayi Edip (Edip ağabey), sen Türkiye’de çok satan bir yazar oldun, Amerika’ya, özgürlükler ülkesine kaçmayı başardın, hukuk doktorası yaptın, Tanrı’ya dair, özgürlük ve insan haklarına dair yazıyor ve konuşuyorsun; bizi nasıl görmezden gelebilirsin?”

O gözlere dikkatlice bakarsanız sizinle de konuşacaklardır: Siz uygar insanlar, batı uygarlığının yurttaşları, bizi nasıl görmezden gelebilirsiniz? Bizi imha etmeye uğraşan ırkçı Türk hükümetine nasıl silah verebilirsiniz? Kucağımızda bebeklerimizle, binlercemiz sizin şirketlerinizce sağlanan kimyasallarla katledilirken nasıl durup seyredebilirsiniz? Biz sizin eski ve yeni müttefiklerinizce soykırıma uğratılırken nasıl ahlak, insan hakları ve uygarlığa dair ahkam kesebilirsiniz?

Benim halkım kimliklerini, kültürlerini, dillerini reddetmeye, çocuklarına başka dillerde isim vermeye zorlanıyor, kendi topraklarından kovuluyor, özgürlük ve güven içinde yaşamaları engelleniyor.

Belki Titanic filmini izlediniz, belki 84 yıl önce boğularak ölen yolcular için göz yaşı döktünüz. Bu gezegende, her gün benzeri trajedilere maruz kalan binlerce insan var. Kürtler, Amerika’da üretilen ve Amerika tarafından tahsis edilen bombalar, jetler ve helikopterlerle katliama uğruyor. Uygar Dünya’nın gururlu bir vatandaşı olarak, nasıl olur da 84 yıl önce boğulan insanlara ağlarken, sizin vergileriniz ırkçı Türk hükümetinin Kürtler’e yaptıklarını desteklemek için kullanılmasına rağmen hiçbir şey yapmazsınız?

BENİM HALKIM KİMLİĞİNİ REDDETMEYE ZORLANDI

Resmi tarihe ve lisede okuduğum tarih kitaplarına göre Orta Asyalı bozkurtların torunları olan Türkler Aryan ırkına mensuplar; Sümer, Mısır, Babil, Lidya, İyonya ve Hitit uygarlıklarını kurdular; Attila, Cengiz Han, Hülagü gibi kahramanlar çıkardılar. Bu resmi görüş, Amerikan uygarlığı üzerinde hak iddia edemediğinden yerlilerin Türk kökenli olduğunu iddia etti. Bu yüzden, Türk milliyetçilerinin benim halkımı, büyük Türk milletinin şanının yanında parlayabilecek ayrı bir millet olarak görmemeleri de gayet doğal!

Türkler 11. yüzyılda Moğol çöllerini bırakıp Anadolu’ya akın etmeden önce, benim halkım binyıllardır o topraklarda yaşıyordu. Türkiye’deki ders kitapları benim halkım için ”Dağ Türkü” diyor. Aynı kitaplar, ”Kürt” kelimesinin karda yürürken çıkan KÜRT, KÜRT, KÜRT seslerinden türediğini iddia ediyorlar. Ancak ırkçı Türk tarihçileri, aynı saçma teorinin ”Türk” kelimesi için de işe yarayabileceğini akledemiyorlar! Öyle ya, dağların tepesindeki karların yalnızca Kürtçe konuştuğunu kim iddia edebilir ki!

M.M. van Bruinessen şu gözlemlerde bulunuyor: ”Büyük Kürt milliyetçileri isyan ettiğinde… Kürtler’i dağıtmak ve asimile etmek için sistemli bir plan uygulamaya kondu… Ayrı bir Kürt kimliğini çağrıştıran herşey lağvedildi: dil, giyim tarzı, isimler…” Türk aydını Dr. İsmail Beşikçi’nin dediği gibi: ‘’Kürtler’in siyasi statüleri bir kolonininkinden bile daha düşük. Türkiye’de onların var oldukları bile kabul edilmez. Türkiye’deki Kürtler’in ancak ve ancak Türk olmaya hakkı var.” 1970’lerin sonlarında siyasetle uğraşan Şerafettin Elçi, sırf ”Ben bir Kürt’üm, Türkiye’de Kürtler de var.’’ dediği için iki yıl üç ay hapse mahkum edildi.

Objektif ve demokratik bir grup olduğunu iddia eden, devletin bünyesindeki Türk Demokrasi Vakfı, 37 soruda benim halkımın varlığını reddetmeye çalışıyor. Kürtler’in bir millet olup olmadığını sorgularken, bir milletin biri ”objektif”, biri de ”subjektif” olmak üzere iki özelliğini tanımlıyor ve Kürtler’in iki bakımdan da millet sayılamayacağını iddia ediyor. Bizim tarihi aşiret sistemimiz bizi bir millet gibi hissetmekten alıkoyduğundan ”subjektif” testi kaybediyoruz. Birçok lehçe konuştuğumuz ve çeşitli dinlere inandığımız için ”Objektif” testi de kaybediyoruz. Sanki Kürtler kendilerini bir millet gibi hissetse, Türk hegemonyası bize milli statü verecekmiş gibi… Nasıl olur da, bu hislerin gizli tutulmasını isteyenler, aynı zamanda bu hislerin derecesini yargılayabilirler? Aynı mantığa göre, Türkler’in içindeki Lazlar, Çerkezler, Türkmenler, Azeriler, Arnavutlar, Bosnalılar, Kafkasyalılar, Abazlar ve birçok etnik gruptan dolayı Türkler’in milliyetleri de reddedilemez mi? Eğer Türkler’in bir millet olup olmadığı belli kurallara göre araştırılsaydı, sonuç Türk faşistleri için hiç de iç açıcı olmazdı. Kürtler bir millet olsa da olmasa da, onlara itibar edilmeli ve onlara karşı adil olunmalıdır.

Kürtler’in Türk kökenden geldiğini iddia eden Türk milliyetçilerinin ikiyüzlülüğü ayan beyan ortadadır: Bu insanlar Bulgaristan, Çeçenistan ve Azerbaycan’daki Türk azınlıklarının haklarını ateşli bir şekilde savunurken, ne hikmetse İran ve Irak’ta katledilen Kürtler’i gördüklerinde sessiz kalıyor hatta mutlu oluyorlar! Konu kültürel haklar olduğunda Kürtler Türk oluyor, fakat diğer ülkelerde zulme uğradıklarında o kadar da Türk değiller nedense!

Bizim bir azınlık statümüz bile yok. Türk Siyasi Partiler Kanunu’ndaki ”Azınlıkların ortaya çıkmasını önleme” gibi saçma bir başlığa sahip olan bir madde şöyle diyor: ”Siyasi partiler, milli, dini, hissi, ırki ve lengüistik temellere dayanarak Türkiye Cumhuriyeti’nde azınlıkların olduğunu iddia edemezler… Türkçe’den başka bir dil kullanamazlar… Fakat, parti yasalarını ve programlarını, kanunla yasaklanmış olanlar dışındaki yabancı dillere tercüme edebilirler.” Peki Doğu Türkiye’deki o savaşlar, zorunlu göç, mahkumlar ve ”yasaklı dil” ne olacak? Biz resmi olarak var değiliz.

Bir Türk milliyetçisi olan Prof. Dr. Fahrettin Kırgızoğlu’na göre yok değiliz. Bu profesör, Kürtler’in eski Türk aşiretleri içindeki kökenlerini nihayet bulduğunu iddia ediyor. Kitabında bu ”keşfi” büyük bir heyecanla anlatmakta. ”Kürt adlı kalabalık ve güçlü bir Türk aşiretinin 5 farklı coğrafi bölgede yaşadığını keşfettim.” Bu iddialar komik ve eğlenceli olabilirdi, tabii ki eğer sonuç binlerce Kürt erkeğinin, kadınının ve çocuğunun acı çekmesi ve ölmesi olmasaydı… ”Dünya’nın hiçbir yerinde, Kürtler kadar büyük bir insan grubu milli haklarından, kimliklerinden, ırki ve lengüistik haklarından yoksun değil.”

HALKIM KÜLTÜRLERİNİ VE DİLLERİNİ REDDETMEYE ZORLANDI

Benim anadilim olan Kürtçe’nin varlığı, onyıllardır bütün dillerin, hatta Amazon ve Niagara kelimelerinin Türk kökenli olduğunu iddia eden ”Güneş Dil Teorisi”ni savunan ırkçı Türk hükümeti tarafından reddediliyor.

Her ne kadar ”Güneş Dil Teorisi” bugün çürütülmüş olsa da onun hayaleti, 1980’den sonra darbeci generaller tarafından hazırlanan anayasada hala yaşıyor. Türk Anayasası, benim dilimi ilginç bir şekilde ”İfade Özgürlüğü ve Düşüncenin Yayımı” başlığı altında yasaklıyor. Üçüncü paragrafta diyor ki:

”Kanunlar tarafından yasaklanan hiçbir dil, ifadede ve düşüncenin yayımında kullanılamaz. Bu kurala aykırı her yazılı doküman, kaset, video ve diğer ifade yöntemleri zaptedilmelidir…”

Bir diğer aldatıcı başlık, ”Basın Özgürlüğü” başlığı altında Kürtçe’ye dair bazı kısıtlamalar, Kürtçe’nin varlığını bile tanımadan detaylandırılıyor: ”Kanunla yasaklanan dillerde yayın yapılamaz.” Eğitim ve öğretim haklarını tanımlayan bölüm ise Kürtçe’yi yasaklamayı amaçlıyor: ”Eğitim ve öğretim kurumlarında Türkçe dışında hiçbir dil, Türk vatandaşlarına anadil olarak öğretilemez.” Benim anadilime karşı olan fobi çok ilginç, ayrımcı parlementerler onun ismini telaffuz etmemek için büyük çaba gösteriyorlar. Kürtçe, Anayasa tarafından ”Yasaklı Dil” olarak belirtiliyor ve kanunlar Kürtçe’yi isim vermeden yasaklıyor! Mesela, 1983 tarihli Türk Ceza Kanunu Kürtçe’yi Türk vatandaşlarının anadili olarak yasadışı sayıyor, yine ismini özellikle anmadan. Türk oligarşisi ve askeri liderleri anadilimi isim vermeden yasaklamak için dahiyane yollar buluyorlar!

Hükümet, 1988’de aileleriyle Kürtçe konuşma özgürlüğü isteyen Diyarbakır’daki mahkumların siyasi hapishane arkadaşları tarafından organize edilen açlık greviye birlikte baskıları hafifletti. Başbakan Turgut Özal sonunda ”Özelde Kürtçe konuşmanın hiçbir sakıncası yok.” deyince bu büyük bir cesaret bir kahramanlık olarak addedildi. Tabii ki, sadece özelde! Bunun ardından 2932 sayılı yasa 1991’de değiştirildi ve diğer bir yasa Kürtçe üzerindeki baskıyı hafifletti. Yeni yasa, Kürtçe’nin ”müzik, ses, video ve diğer ifade biçimleri”nde kullanılmasına izin verdi. Ne var ki, kamu binaları, eğitim, yazılı dökümanlar, filmler, radyo, TV ve mitinglerdeki yasak devam etti. Yarın bu kanunun ve uygulamanın nasıl olacağını ancak Tanrı bilir.

Size günyüzü görür görmez toplatılan ve yasaklanan Kürtçe yayınların tam bir listesini veremeyeceğim. Kürt edebiyatı her zaman resmi imha çabalarına ve cezalara maruz kaldı. Anadillerinde yazmaya ve bunları yayınlamaya cesaret eden Kürtler daima kendilerini hapishanede buldular ve özel Türk işkencelerinin hepsini tattılar. ”İnsan Hakları Tarihi” adlı kitabındaki dört sayfalık ”Kürt Sorunu” başlıklı bir bölümün yazarı olan Erol Anar, yayıncıyla birlikte Türkiye’nin anti-terör yasalarına muhalefetten suçlandı. Güneydoğuda büyük bir şehir olan Diyarbakır’ın eski bağımsız belediye başkanı olan Mehdi Zana, yasağa karşı gelmenin bedelini ağır ödedi. Seçildikten üç yıl sonra tutuklandı ve askeri mahkeme tarafından bölücülükle suçlandı. Bir röportajda, kimliğini koruma mücadelesini şöyle anlatıyor:

”Ben hapisteyken, diğer bazı Kürtler duruşmalarda Kürtçe şahitlik yapmaya başladılar. Batman’dan bir grup PKK’lı Kürtçe konuştuğu için dövüldü. Onlara şöyle dedim: ‘Korkmayın, sizin öcünüzü alacağım. Yarın duruşmam var.’ Ertesi gün gittim ve Kürtçe konuştum, fakat bunun üzerine beni dövüp dışarı attılar. Bu olaydan sonra neredeyse herkes Kürtçe konuşmaya başladı ancak yetkililer çevirmen getirmedi. 1987’den 1991’e kadar dövdüler beni… O gün bu gündür bir kelime bile Türkçe konuşmadım.”

Herşeye rağmen, benim dilimin ırkçı Türk hegemonyası karşısında gösterdiği direnişin, efsanevi bir direniş olduğuna inanıyorum. Askerlerin botları altında ezildikten, süngülerle parçalandıktan ve zehirli kimyasallara boğulduktan sonra bile; Kürtçe kelimeler etrafa bir çiçek, bir menekşe gibi yayıldılar. Her sindirme hareketinden sonra, birkaç gün daha hayatta kalmayı umarak başka bir isimle çiçek verdiler. Roja Velat (Ülke’nin Güneş’i), Deng (Ses), Riya Newe (Yeni Yol), ”Yasaklı Dil”in yazınsal buketlerinden yalnızca birkaçıdır. Kendal Nezan, Paris’teki Kürt Enstitüsü’nün başkanı, bu çiçekleri eken bahçıvanlardan biri olarak Kürt fobisini şöyle tanımlıyor:

”Türkiye’de Fransızca, Almanca ve İngilizce eğitim veren lise ve üniversiteler olmasına rağmen, nüfusun dörtte birinin konuştuğu Kürtçe dilinde eğitim veren bir tane bile yok…. gazeteler, kitaplar ve görsel/işitsel elektronik yayımlar yarım düzine Türkçe olmayan dilde bulunuyor fakat Kürtler hala kendi dillerinde yayım yapamıyor.”

Hasan Cemal, çok satan bir Türk gazetesinin yazarı, şöyle diyor: ”Herkes dil kursu açabilmelidir. Kendi şarkı ve haberlerini radyodan, televizyondan dinleyebilmelidir. Devletin buna destek olması gibi bir isteğimiz yok, ama en azından köstek olmasınlar.”

MED-TV’nin hikayesi, bu bölgenin kültürel asimilasyona karşı verdiği savaştan umudun kesilmediğinin bir kanıtıdır. MED-TV, Londra’daki Dünya’nın ilk ve tek Kürtçe uydu yayını yapan televizyonu, Afrika’da konuşlandırılmış bir uydu üzerinden haberler, belgeseller, eğlence programları yayınlamakta ve Kürdistan’daki 30 milyon Kürt’e ulaşmaktadır. MED-TV’nin objektif olmaya çalışmasına ve Kürdistan üzerindeki tartışmaları her boyutuyla yansıtmaya çalışmasına rağmen, ”Belçika, İngiltere ve Almanya’daki anti-terörist polis tarafından stüdyoları yağmalandı, çalışanları tutuklandı, mallarına el kondu. Muhabirleri Irak’ta kayboldu. Türk yetkililer sinyalleri sabote etti.” Türk hükümeti ayrıca Kürdistan’daki uydu çanaklarını yok etti ve Türk ordusu MED-TV’nin izlenmesini önlemek için saat 17’de elektrikleri kesiyor. MED-TV müdürü Hikmet Tabak, Türkiye’nin ”uydu terörü”ne iletişim teknolojisi alanında meydan okuyarak şöyle diyor: ”Hindistan’a, Çin’e ve hatta Ay’a bile gitmek zorunda kalsak yayınımıza devam edeceğiz!”

Sadece Kürt dili değil, Kürt giysileri de yasaklı. Kürt bayramlarına da aman verilmiyor. Benim halkım, her sene yeni yılı 21 Mart’ta, yani bahar ekinoksunda kutlar, ve buna yeni yıl anlamında Newroz denir. Türkler asla Newroz’u kutlamadı ve hükümet bunu kutlayanları tutuklayarak geleneğin devam etmesini önlemek için büyük çaba harcadı. Mamafih, Türk hükümeti kökü bu kadar derinlere inen bir geleneği zorla durduramayacağını anlayınca, geri adım attı. Irkçı köşe yazarı ve siyasetçiler Newroz hakkında yazıp konuşmaya başladılar ve ani bir takla atarak bunu eski bir Türk geleneği ilan ettiler. Birdenbire, araştırmacılar eski Türk edebiyatında Newroz’un köklerini keşfetmeye başladılar. Bu olaydan sonra, dilbilimsel olarak bile Türk’le hiçbir alakası olmayan Newroz, resmi olarak kutlanılmaya başlandı.

Cengiz Çandar, devletin ırkçılığının müzmin bir eleştirmeni, bu resmi ikiyüzlülüğü günlük köşesinde şöyle dile getirdi:

”Üç ya da dört yıl öncesine kadar Newroz’un ‘barış’ ile hiçbir ilgisi yoktu; aksine, Newruz kutlamaları özellikle Güneydoğu’da kanlı çarpışmaların çanlarını çalıyordu. Son bir-iki yılda ise ‘Nevruz’ ya da ‘Newroz’ resmi bir bayram gününe dönüştü.”

”Türkiye, devletin gözetiminde ve katılımıyla Newroz’u kutlamaya başlayalı bir yada iki yıl oldu. Mesela başbakan Tansu Çiller hastaneleri teftiş ederken, kutlamalara da aktif olarak katıldı ve yumurta fırlatıp ‘ateşin üzerinden atladı.”’

”…Bu yolla resmi olarak vaftiz edilen Newroz, Kürt kökenleri değiştirilerek tuhaf bir bayram gününe dönüştürüldü.”

”Ama Kürtler ateşin üzerinden atlayamaz. Bunu yapmaya çalışan Kürtler kanlar içinde kaldı. Eğer Kürtler ateşin üzerinden atlarsa bu bölücülüktür. Çiller yaptığında ise ‘dostluk’ ve ‘kutlama’ olur.”

”Mesela, Çiller Iğdır’da devletçe düzenlenen bir törende ateşin üzerinden atlarken, Diyarbekir, Bağlar’da ateşin çevresinden toplanan insanlar polisçe tutuklandı ve ateş söndürüldü.”

”Kültür Bakanlığı daha da ileri gitti ve ‘sarı-kırmızı-yeşil’ Nevruz posterleri bastırdı. Refah Partili bakan, bu renklerin Osmanlılarca Uygur ve Göktürkler’den beri kullanıldığını öne sürdü. Böylelikle, bizim Kürtler’e ait bildiğimiz bu renk kombinasyonu birdenbire Türkleştirildi ve resmi renkler haline geldi…”

Türk devleti, geçmiş Kürt kültürünü sindirmek adına yoğun bir uğraş verdi. Bizim kültürümüze zorla yok etmenin imkansız olduğunu görünce de, ırkçı Türk hükümeti Kürt kültürünü resmi olarak sahiplendi. Böylelikle resmi ”Güneş Dil Teorisi” diriltilerek ”Güneş Kültür” teorisine dönüştürüldü. Türk generalleri bunun arkasında olduğu sürece, bunun güçlü bir teori olduğu yadsınamaz.

HALKIMIN ÇOCUKLARINA KENDİ DİLLERİNDE İSİM VERMESİ ENGELLENDİ

Kürt halkı kendi çocuklarına Kürt ismi veremez; doğum belgelerinde Türk isimleri kullanmak zorundadırlar. İronik olarak, Bulgar hükümetini Bulgar Türkleri’ne aynı şeyi yaptığı için protesto eden de yine bu hükümettir.

Hükümet Kürtçe ve Ermenice isimlere sahip olan birçok kent, dağ ve nehrin ismini değiştireli çok oldu. Mesela, benim doğum belgemde doğum yerim Bitlis’te bir kasaba olan ”Norsin” (Norşin diye okunur) olarak görünüyor. Yerli halk konuşma dilinde hala bu ismi kullansa da, doğum yerimin resmi ismi Güroymak olarak değiştirildi. Yani, benim şu anda Türkiye haritasında bir doğum yerim yok!

Türkiye Cumhuriyeti 1920’lerde kurulduktan hemen sonra bize Türkçe soyadlar verildi. Anne tarafıma ”Mutlu,” Baba tarafıma ise ”Yüksel” soyadı verildi. Her ne kadar bu kelimelerin karşıtlarının verilmemesinden mutluluk duysam da, ülkemin ırkçı politikaları bu mutluluğu elimizden almak ve yükselişimizi durdurmak için çok çaba sarf etti.

HALKIM KENDİ TOPRAKLARININ ZENGİNLİKLERİNDEN MAHRUM BIRAKILDI

Bu zenginlikler bombalara, biyolojik silahlara, zehirli gazlara dönüştü ve tüm bu olup bitene seyirci kalan Birleşmiş Milletler’in gözlerinin önünde köylerin üzerine yağdı. Ne zaman onlara bir dostluk eli ya da yardım eli uzansa, o eller halkıma ihanet etti. Onların hala insanlığa, sözde ”uygar” ve ”gelişmiş” Dünya’ya güven duymaları gerçek bir mucize. Onlar, kaderleri, emperyalist güçler ve onların müttefiklerinin entrikalarıyla lanetlenmiş insanlardır.

Türkiye’nin, Kürtler’in yoğun olarak yaşadığı Doğu ve Güneydoğu bölgeleri onyıllardır ekonomik olarak görmezden geliniyor. Bu eşitsizliği, ülkeyi doğu-batı boyunca boydan boya geçen herkes görebilir. Türk yetkililer bunu asla reddetmiyorlar, ancak bunu önemsiz göstermeye ve bundan bölgenin coğrafi konumunu (denize uzak olması gibi) sorumlu tutmaya meylediyorlar. Doğu ve Güneydoğu’ya uygulanan bu ırkçı politika birçok Kürt’ü daha iyi eğitim almaktan ve mal mülk sahibi olmaktan alıkoydu.

Milliyet Gazetesi, Türk elitinin bir ağızlığı, tarafından düzenlenen anketin sonuçları ayrımcılığın bariz sonuçlarını ortaya koydu. Anket, yalnızca Kürtler için daha iyi bir yer olan İstanbul’u kapsamasına rağmen, kendini Kürt olarak tanımlayanların sosyal ve ekonomik alanda ne kadar düşük bir seviyede bulunduğunu ortaya koydu. ”Kendini Türk olarak tanımlayanlar, ortalama olarak en fazla kazanca sahip bölüm olarak ortaya çıkıyor: 4,120,000 TL, 4.010.000’lik ortalamanın biraz üstünde. Bunu kendini ”Müslüman Türk” ya da ”Müslüman” olarak tanımlayanlar izliyor: 3.820.000 TL. Sonra kendini Türk olarak gören fakat ebeveynleri Kürt olanlar geliyor: 3.497.000 TL. Sonuncu sırada ise kendini Kürt olarak tanımlayanlar geliyor: 2.940.000 TL. Bu anketi düzenleyen gazetenin de pek hayırlı bir amacı olmadığını belirtmeliyim. Bu gazete, Kürt sorununun siyasi ya da sosyal değil, yalnızca ekonomik olduğu iddiasını dramatize etmeye çalışıyordu. Türk oligarşisi sonuçları çarpıtarak kendini aldatmaya meylediyordu. Bu onlara, onların sömürü, ırkçılık ve ahlaksızlıklarının sonsuza dek süreceğine dair bir umut verebilir belki, fakat sorun günden güne büyümektedir. Onların şeytani idaresinin gerçeği inkarı, alkoliklerin ve suçluların gerçeği inkarına benzemektedir. Tünellerinin sonunda hiçbir ışık görülmemektedir.

Doğu ve Güneydoğu’daki sağlık sistemi de oldukça cılızdır. 1993 verilerine göre, Batı Marmara’da 736 kişiye 1 doktor düşerken Güneydoğu’da 2296 kişiye 1 doktor ve 20883 kişiye 1 dişçi düşmektedir.

HALKIM ÖLDÜRÜLDÜ, TOPLUCA KATLEDİLDİ, HAPSEDİLDİ VE İŞKENCEYE UĞRADI

Maryland’den senatör Steny H. Hoyer, Türkiye sınırları içerisinde yaşayan halkıma ve onların atalarına Cumhuriyet’ten itibaren nelerin olduğuna dair mükemmel bir özet hazırladı. Türkiye’nin Irak’a yaptığı sürekli askeri harekatlarını ve sınır-ötesi operasyonlardan sonra ilan ettikleri zaferleri inkar edilemez bir gerçek olarak tanımlayarak, Türk hükümetine karşı harekete geçilmesini talep etti:

”Türkiye’nin, Kürt sorununu içeride çözmek yerine, soruna sınırlarının ötesinde çözüm arıyor olması trajik ve ironiktir. Türiye’deki 15 milyon Kürt, 1923’ten bu yana sürekli zulme uğramaktadır. O günden bu yana 28 büyük Kürt ayaklanması gerçekleşmiştir. 1984’ten bu yana süren son ayaklanmada ise 30.000 insan hayatını kaybetmiştir. Türk hükümetinin verdiği bilgilere göre 3185 Kürt köyü boşaltıldı ve neredeyse üç milyon insan göçe zorlandı. Durumun ciddiyetine rağmen, Türkiye saldırdığı bölgeye Uluslararası Kızıl Haç’ın gelmesini engellemektedir. Bu sorun her yıl milyarlarca dolarlık kayba neden olmakta ve bölgenin ekonomik olarak kalkınması umutlarını çökertmektedir.”

Birçok Kürt aydını ve siyasetçisi, hükümetin gizli ajanları tarafından öldürüldü ya da Türkiye’yi terk etmeye zorlandı. Musa Anter 1992, Meded Serhat 1994’te öldürüldü. Serhat Bucak ve İsmet İmset, hayatlarının tehlikeye girmesi üzerine İngiltere’ye sığındı. İsmail Beşikçi, Türk halkbiliminde uzman bir antropoloji profesörü, Kürt kimliğinde ısrar etmesi sebebiyle uzun yıllar hapis yattı. Hatip Dicle, 1994’te milletvekili dokunulmazlığı kaldırılarak Türk ordusunun Kürt halkına uyguladığı askeri zulmü protesto ettiği gerekçesiyle 15 yıl hapse mahkum edildi.

Bir New York Times makalesi, Türkiye’deki Kürt sorununun siyasi temelleri hakkında hayli bilgilendiricidir:

”Bir Kürt siyasi partisinin üç eski milletvekili, şu anda terörizme destek verdikleri suçlamasıyla 15 yıllık hapis cezalarını çekmekteler. Onlardan biri olan Leyla Zana, Türkiye’nin baskıcı bir ülke olduğunu düşünen gruplar tarafından bir kahraman olarak görülmektedir; destekçileri, onun ismini Nobel Barış Ödülü için bile önermiştir…. Bn. Zana’nınkinin boşluğunu doldurmak için yeni bir Kürt partisi kurulduysa da ona da aman verilmedi. Ocak ayında partinin ileri gelenleri tutuklandı ve devleti yıkmaya çalışmakla suçlandılar. Şimdiye kadar 200’den fazla parti üyesi tutuklandı…. Ordunun izlediği, düşmanın yararlanmasını önlemek için bütün mahsulü ve ziraat ürünlerini imha etme politikası savaş alanında büyük başarı kazandı, fakat kalpleri ve beyinleri kazanamadı. Aynı şekilde, Türkiye’ye yardım etmek isteyen Amerika ve diğer devletler, Türkiye’nin Kürt milliyetçiliğine karşı yürüttüğü savaş nedeniyle Dünya çapında tepki topladılar.”

Türk yetkilileri McCarthycilik’ten bile daha kötü olan resmi paranoya oluşturmuşlardır. Kürt sorunuyla ilgili her konuşma, dilekçe, yazı ve barışçıl gösteriler hemen savcıların antenlerini dikmelerine yetiyor. Sonuç olarak gazeteciler, yazarlar hatta milletvekilleri bu konudaki resmi politikaya eleştirdikleri için mahkemelik edildiler.

Bir Kürt partisi olan Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) yasaklı hale geldiğinde ve partinin 31 üyesi şiddeti savunmak ve bölücülükle suçlandığında, Washington Kürt Enstitüsü 11 Haziran 1997 tarihli mektupla Türkiye’yi protesto etti: ”Kendini bir demokrasi olarak takdim eden NATO üyesi bir hükümetin, uluslararası tepkiyle karşılaşmadan bu kadar baskıcı önlemler alabilmesi anlaşılır gibi değildir.” Söz konusu mektup, Amerika hükümetinin Türk hükümetine ‘Kürt halkının kültürel taleplerine antidemokratik, askeri karşılıklar vermemesi’ konusunda baskı yapmasını istedi. Amerika, Kürtler konusunda çifte standart uyguluyor: ”Irak’takiler baş cani Saddam Hüseyin’in zavallı ve zulmedilmiş kurbanları, Türkiye’dekiler ise potansiyel başbelalar ve kontrol edilmesi gereken teröristler.”

Neyse ki Avrupa Birliği, belki de bölgenin yakın olması yüzünden ve toplu bir göçten korkarak, Kürt halkının sorunlarına daha duyarlı gözüküyor. Avrupa Parlamentosu Leyla Zana’ya Sakharov Ödülü’nü verdikten sonra, Avrupa Parlamentosu geçenlerde Türkiye’nin Leyla Zana ve diğer Kürt politikacılarının hapsedilmesine neden olan politikasını ve süregelen insan hakları ihlallerini kınayarak halkımın ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel haklarının tanınmasını sağlayacak siyasi bir çözüm talebinde bulundu.

KÜRTLER: MEZOPOTAMYA’NIN YERLİ HALKI

Fransız antropolojist Ernest Chantre, 1897’de 332 adet kafatasını inceledikten sonra Kürt tipini şöyle tanımladı:

”Kürtler’in fizyonomisi vahşilik kokuyor: yüz çizgileri sert, pek parlak gözleri küçük ve çekik. Erkekleri genellikle esmer, uzun, nahif ve sıradışı bir kuvvete sahip. Genelde yalnızca bıyık bırakıyorlar ve başlarına bazen devasa büyüklüğe ulaşan bir sarık bağlıyorlar. Başlarını gururlu bir şekilde dik tutuyorlar ve bakışlarına aşırı bir kibir hakim. Fazla gülmüyor, fazla konuşmuyorlar.”

Bir Kürt olarak, bu Fransız antropolojistinin halkımın nefesinde ve bakışlarında ”vahşiliğe” ve ”kibire” rastlamasına gülmekten kendimi alamıyorum. Kürt topraklarını işgal etmelerini haklı çıkarmak için, sömürgeciler belki de kendi yalanlarına inandılar. Bu insanlar nasıl olur da, ”medeni” batılılar onları yok etmek için sınırları sömürgecilerce çizilmiş topraklarına kukla yöneticiler getirirken gülüp konuşabilirler? Kürtler’in kafatasları yüzlerce yıllık trajediden bihaber yabancı antropolojistlerce ölçülüp biçilirken bu insanların nasıl gülüp konuşmasını bekleyebilirler?

Bu sene, 1998, Med ordularının Asurlular’a karşı Niniveh’te, Musul’un kuzeyinde elde ettikleri zaferle başlayan Kürt takviminde 2610’a denk gelmektedir. Dilbilimciler ve klasik tarihçiler genellikle köklerimizi Medler’de, M.Ö. 1200 yıllarında orta Asya’dan gelip Zagroz dağlarının çevresine yerleşen Farisiler’de buluyorlar. Hem Eski, hem de Yeni Ahit’te Kürtler’den birçok kez Medler diye bahsediliyor. Bazısı Kürtlerin soyunu Ukraynalı İndo-Avrupa halklarına dayandıran, bazısı Nuh’un gemisi Ağrı Dağı’na oturduktan sonra kurulan bir şehri yöneten Melik Kürdim’e dayandıran birçok teori ve efsane var. Ancak bunların arasında benim favorim, bizim Süleyman’ın saltanatı sırasında 400 bakirenin ırzına geçen şeytanların ve cinlerin torunları olduğumuzu söyleyen efsane! Despotlar yalnızca tarihi yazmamış, aynı zamanda Kürtler’i şeytanlaştırmak için efsaneler bile yaratmışlar.

Halkımın anavatanı Kürdistan, Toros ve Zagros dağları çevresinde konuşlanmış; Türkiye, İran, Irak ve Suriye tarafından paylaşılmış bir bölgedir. Kürtler’in çoğunlukta olduğu bazı şehirler Diyarbekir, Muş, Bitlis, Van (Türkiye), Zakho, Amadiya, Musul, Erbil, Kerkük, Süleymaniye (Irak), Urumiye, Mahabad’dır (İran). Türkiye’de yaklaşık 14 milyon (nüfusun yüzde 20’si), İran’da 7 milyon, Irak’ta 4 milyon, Suriye’de 1 milyon, Ermenistan’da yarım milyon, Lübnan’da 100 bin, Almanya’da yarım milyon ve diğer ülkelerde 100 bin olmak üzere Dünya’da toplam 27 milyon Kürt yaşıyor. Birleşmiş Milletler’de, nüfusları Kürtler’den daha az olan 135 ülke var.

Kürtler’de Müslümanlar ezici çoğunluğa sahip, Kürtler’in yüzde 85’i Şafii Sünniler’den oluşuyor. Kürtler, yarım milyon Hanefi din görevlisine iş veren sözde seküler Türk hükümeti tarafından dinsel ayrımcılığa maruz bırakılıyorlar. Kürtler içinde Yezidilik dinine mensup küçük bir azınlık bulunuyor. Ayrıca bazı ateistler ve ruhbanlarca imal edilmiş ortaçağ Arap öğretilerini reddeden monoteistler var. Ben son gruba dahilim.

Kürtler 7. yüzyılda İslam’ı kabul ettiler. Kürt lideri Selahaddin, 12. yüzyılda haçlılara karşı verdiği kahramanca mücadeleyle efsaneleşti. Osmanlı İmparatorluğu’nun 20. yüzyılın başında dağılmasıyla birlikte geniş topraklarda ulus devletleri zuhur etti. 1. Dünya Savaşı’ndan hemen sonra bölge birçok devrime tanık oldu.

İran’daki Kürt Simko ayaklanması 1921-22’de gerçekleşti. Kürt din adamı Şeyh Said önderliğinde seküler Türk devletine karşı 1925’te girişilen ayaklanmayı 1938’e kadar Koybun ve Dersim isyanları izledi. 2. Dünya Savaşı’ndan sonra İran’da Komala adlı gizli bir Kürt partisi ortaya çıktı. 1945’te Barzani aşiretinin lideri Molla Mustafa Barzani Irak’ta Kürdistan Demokrat Partisi’ni (KDP) kurdu ve bir kalkınma başlattı. Aynı yıl İran’da KDPI kuruldu. Bir yıl sonra Mahabad Kürt Cumhuriyeti kuruldu. Bu ilk (ve şimdilik son) Kürt ülkesi ancak 1 yıl ayakta kalabildi. 1947’de Barzani Sovyetler Birliği’ne çekilmek zorunda kaldı. 1952’de Irak’ta UKDP kurulurken Kürtler İran’da ayaklandılar. 1958’deki askeri darbeden sonra Molla Mustafa Barzani Irak’a geri döndü. 1959’daki Kerkük katliamını, 1960’ta Türkiye’deki askeri cuntaya karşı girişilen başkaldırı ve ayaklanmalar izledi. 1961’den 1970’e kadar, Kürdistan dağları Irak’ın tahrikiyle gerçekleşip bastırılan altı Kürt ayaklanmasın tanıklık etti.

1970’te Irak devleti Kürtler’e savaş ilan edip Sovyetler Birliği’yle yakınlaştı. Türkiye’deki askeri darbeden sonra, Ankaralı bir üniversite öğrencisi olan Abdullah Öcalan, Türkiye’deki milliyetçi rejime karşı Kürt direnişini ayağa kaldırmak için Kürdistan İşçi Partisi’ni (PKK) kurdu. 1974’te Barzani’nin örgütlediği isyan Irak kuvvetleri tarafından 7. kez bastırıldı. Aynı zamanda Türkiye’de Devrimci Doğu Kültürü Organizasyonları (DDKD) kuruldu. Irak’taki Baas rejimine karşı girişilen KDP önderliğindeki isyanın başarısız olması üzerine, Irak’taki bir aşiretin başı olan Celal Talabani Yurtsever Kürdistan Birliği (PUK) adında başka bir Kürt partisi kurdu. 1978’de PKK Türk hükümetine karşı gerilla savaşına başladı. 1979’da Mustafa Barzani Amerika’da öldü. Aynı yıl İran’daki sözde İslam Devrimi meydana geldi ve Şah’ın Kürt azınlığı baskı altında tutma politikasını, bu sefer Allah’ın ve imamların adıyla devam ettirdi! 1979 ve 1980’de İran rejimine karşı girişilen iki büyük ayaklanma acımasızca bastırıldı.

Türkiye’de 1980’de bir askeri darbe daha oldu ve siyasi partilerin dağılmasına yol açtı. Sonraki yıl KDPI İran’da silahlı bir ayaklanmaya girişti, 1982 ve 1983’te de tekrar denedi. Aynı yıl NATO tarafından sağlanan silahlarla donatılmış Türk ordusu, kuzey Irak’ta Kürt gerillalarına karşı operasyonlar yürütmeye başladı. Doğu tarafında, İran Kürt kazanımlarını geri aldı ve PUK Irak hükümetiyle barış antlaşması imzaladı. Türk, Irak ve İran hükümetlerinin Kürt ayaklanmalarına karşı giriştikleri saldırı döngüsü, Irak’ın 1990’da Kuveyt’i işgal etmesine kadar devam etti. Bu dönemdeki unutulmaz bir olay, Halepçe’de Kürtler’e karşı kimyasal silah kullanılmasıdır. En az 5000 sivilin öldüğü Halepçe katliamının tarihi 16 Mart 1988 idi: Saddam Hüseyin’in, Amerika’nın bölgedeki vurucu gücü olduğu bir dönem.

”16 Mart günü öğleden sonra kentin üstünde ilk Irak uçakları göründü ve bombalar dolusu hardal gazı, sinir gazı ve siyanür yağdırdılar. Birkaç saat içinde 5000 insan ölmüştü ve bir o kadarı da kimyasal saldırının etkisiyle yanmış ve nefes almak için çabalar halde yerde yatıyordu. Yerde ölü bir şekilde yatan erkek, kadın ve çocuklarda görünür bir yara izi yoktu fakat yüzleri oksijensizlikten eğri büğrü olmuştu… Katliamın büyüklüğüne ve batılı gazetecilerin birkaç gün boy göstermesine rağmen, bombalamaya gösterilen uluslararası tepki susturuldu… 8 yıllık İran-Irak savaşı son aşamaya girmişti, ve Dünya güçleri İran’ı destekliyormuş gibi görünmek kaygısı ile Irak’ın yasadışı silah kulanımına cephe alma konusunda isteksiz davrandılar. Arap devletleri, ne olup bittiği konusunda bir şüpheleri olmamasına rağmen Irak’ın tarafında kaldılar. Bir Kürt mümessil heyeti Kuveyt’ten masum insanlara karşı zehirli gaz kullanılmasını protesto etmesini istediklerinde aldıkları yanıt şu oldu: ‘Ne kullanmalarını bekliyordunuz peki, gülsuyu mu?”

Irak’a karşı girişilen Amerika önderliğindeki hava saldırısından sonra, Kürtler Irak’taki rejime karşı tekrar ayaklandılar. Kürt halkı için, Irak’ın hava kuvvetlerine karşı güvenli sığınaklar yaratıldı. C.I.A.’in cesaretlendirmesine ve verdiği sözlere ve Bush’un, Amerikan hava kuvvetlerinin onları Irak helikopterlerinden koruyacağına dair verdiği güvenceye kanan Irak Kürtleri, Bağdat’a karşı bir seferberlik başlattı. Fakat Amerika hükümeti onlara bir kez daha ihanet etti. Yeis durumunda, bir Kürt grubu diğerine ihanet etti ve Saddam’ın tankları, yüzlerce Kürt muhalifi tutuklayarak ya da öldürerek Kürdistan’a girdi.

1992’de, Türkiye’nin doğusundaki Newroz kutlamaları Türk askeri ve Kürt köylüler arasında kanlı bir çarpışmaya dönüştü. Türk ordusu kuzey Irak’a rutin giriş-çıkışlarına devam ediyor. Sonraki sene PKK tek yanlı olarak ateşkes ilan etti, fakat bu sadece bir yıl sürdü. Türk gazeteleri askeri harekatların devam etmesi için bastırdılar; ateşkesi Kürt tarafının zayıflığına yordular. Cesur davranarak Kürt sorununa siyasi çözümler öneren Başbakan Özal öldüğünde, Kürtler’in imhası Türk rejimi için tek çözüm olmaya devam etti.

Kürt partileri HEP ve DEP Türk parlamentosunda birkaç sandalye kazandılar; fakat Kürt sorunu için askeri değil siyasi bir çözüm talep ettiklerinde tutuklanıp hapse atıldılar. Hapishanelerin Kürt siyasetçileri, aydınları ve gazetecileriyle doldurulmasının yanı sıra, Türk ordusu önemli Kürt liderlerini öldürmek için gizli kontrgerillalar kullanmaktadır. Kontralar mezarları Halit Güngen, Cengiz Altun, Yahya Orhan, Hüseyin Deniz gibi gazetecilerle, Musa Anter gibi yazarlarla, Mehmet Sincar gibi siyasetçilerle doldurdular. Bu, öldürülen Kürt aydınlarının upuzun listesinin yalnızca bir kısmıdır. Son zamanlarda, Türkiye’den İtalya’ya ve diğer Avrupa ülkelerine yapılan toplu Kürt göçleri Avrupa ülkelerini alarma geçirmiştir.

KÜRT DİRENİŞİNİN GELECEĞİ

Kürt halkı hala ırkçı savaşlarla, devrimlerle, isyanlarla, darbelerle, saldırılarla, katliamlarla ve hücumlarla kana bulanmış bir bölgede yaşıyor. Halkım dört baskıcı ve ırkçı ülkenin arasında sıkışıp kalmış vaziyette. Onlar aşiretler arası rekabet ve savaşlara son vermedikçe, uluslararası adalet ve etik sorumlulukların paranın rengi ve güç kadar popüler konseptler olmadığı yerlerde resmi lobiler kurmadıkça pek bir umut gözükmüyor. Princeton Üniversitesi’nden Hukuk Profesörü Richard Falk, bize bu gerçeği şöyle hatırlatıyor:

”1918’de pek az kişi, Balfaur Deklarasyonu’ndaki müphem Yahudi ülkesi sözünün bir Yahudi Devleti’nin kurulmasıyla sonuçlanmasının, tasdik edilmiş, onaylanmış Kürt ulusal kimliğinin bir Kürt devletine dönüşmesinden önce gerçekleşebileceğini tahmin edebilirdi. Buradan alınması gereken ders şu ki: Başarı ve hayal kırıklığı, bu iki tamamen ayrı tecrübenin herbiri, hem bölgedeki, hem de ötesindeki savaşlarla şekillenir ve bozulur. Belki de asıl ders, sorunlu insanları ifade eden ve onları birleştiren odaklanmış bir hareketin önemidir. İkincil bir ders de, jeopolitik bir suje olmanın, sürekli obje rolünü üstlenmeye yeğlenmesi gerektiğidir.”

Batı ülkelerinde, özellikle de Kuzey Avrupa’da çok sayıda Kürt var. İnanıyorum ki Kürdistan’ın dışında yaşayan Kürtler; sahip oldukları entelektüel, siyasi ve finansal kaynakları kullanarak; Kürt halkı için demokratik, özgür ve güvenli bir yaşam alanı yaratılmasıyla sonuçlanacak uluslararası bir hareket başlatmaya muktedirdirler.

”Self-determinasyon”, 20. yüzyılın başlarında uluslararası hukukta boş bir ifadeydi. Fakat sömürgeciliğin boyut değiştirmesinin, gizli bir kimliğe bürünmesinin ardından, uluslararası topluluk etnik azınlıklar barındıran devletlerin bütünlüğü ve sağlamlığı üzerinde kafa yormaya başladı. Bir zamanlar sömürgeciliğin karşısında yer alan ”self-determinasyon” kavramı şimdi ulus devletleri parçalara bölüp amibe çevirebilirdi.

Birleşmiş Milletler, 1960’ta ulus devletlerin bölünmesini önlemek için yeni bir formül buldu: ”Bir ülkenin ulusal birliği ve bölgesel bütünlüğünü kısmen ya da tamamen bozmaya yönelik bütün eylemler Birleşmiş Milletler’in ilkelerine aykırıdır.” Mamafih, 1970’teki Dostça İlişkiler deklarasyonu ve 1993 Viyana Deklarasyonu ulus devletlerin sınır güvenliği konusunda bir istisna getirdi. 1993 Viyana Deklarasyonu, güvenliği yalnızca ırk, din ve renk ayrımı yapmadan bölgedeki bütün insanları temsil eden hükümetler için geçerli kıldı. Şimdi ise uluslararası hukuk alanında, azınlıkların self-determinasyon talepleriyle devletlerin birlik ve bütünlük taleplerini, self-determinasyonun doğasını ve hükümetlerin doğasını karşılaştırarak dengeleyen bir görüş hakim. Ülkenin stabilitesini minimal ölçüde etkileyecek olanlardan kesin bir bölünmeye kadar değişen azınlık talepleri, devletlerin tam bir diktatörlükten herşeyi kapsayan bir demokrasiye kadar değişen rejimleriyle dengelenecek. Rejim ne kadar otoriteryense, azınlıklara o kadar hak tanınacak.

Profesör Fredric Kirgis, self-determinasyonun ne anlama geldiğini/gelebileceğini ve neleri amaçlayabileceğini dramatize etmek için sekiz örnek verdikten sonra devletlerin hakimiyet haklarıyla azınlıkların self-determinasyon hakları arasındaki hassas dengeyi incelikle işliyor:

”Bu tasarıda, temsilci bir demokrasiden ayrılma hakkı talebi self-determinasyonun meşru bir uygulaması olarak düşünülmezken, demokrasi içindeki yerli grupların kendi dillerini kullanma ve kendi kültürel pratiklerini hayata geçirme taleplerinin dikkate alınmasına olumlu bakılmaktadır – her zaman self-determinasyon başlığı altında olmasa da her koşulda dikkate alınması gerekir. Aksine, baskıcı bir diktatörlükten ayrılma hakkı talebi meşru kabul edilebilir. Tüm ayrılıkçı talepler eşit derecede destabilize edici değildir. Bu ayrılma hakkı talebinin stabiliteyi bozma derecesi, ayrılıkçı grubun ayırmak istediği bölgeyle olan tarihi bağlılığı gibi şeylere göre değişebilir.”

Türk demokrasisinin otoriteryen doğasını ve uluslararası hukuktaki mevcut trendi düşündüğümüzde, Kürt azınlık ayrılığı hedefleyen bir self-determinasyon için mi uğraş vermeli, yoksa otonomi Türk çoğunlukla eşit haklara sahip olmayı hedefleyen bir self-determinasyon için mi? Kürt halkı, bu konuda fikir birliği içinde değil. Profesör Falk, ayrılığı hedefleyen self-determinasyonun mümkün ama ulaşılması güç olduğu görüşünde:

”Kürtler’in nüfusuna, geleneksel kimliklerine ve belirli topraklarıyla en az 2000 yıllık bağlarına baktığımızda, ve Kürtler’in sürekli olarak suistimal edilerek ayrımcılığa tabii tutulduğunu göz önüne aldığımızda Kürtler’in ayrılık talep etmeye hakları vardır. Fakat devletlerin ve muhalif jeopolitik kuvvetlerin gücünü ve Kürt hareketinin dağınık yapısını da göz önünde tutarsak, şu an için Kürt tarafının daha ılımlı ve minimalist taleplerde bulunması daha ikna edici görünmektedir. Bu seçimi yapma hakkı yalnızca Kürtler’in elindedir, ancak olası bir başarısızlık da yeni sorunlara yol açabilir.”

Ayrılığı hedef alan bir direnişin, sosyal ve siyasi konjonktüre aykırı olacağı konusunda hemfikirim. Eğer ülkelerin birinden ayrılmak mümkün olsa bile, bu, diğer komşu devletlerin kendi topraklarındaki Kürtler hakkında paranoyaklaşmasına neden olacaktır. Mesela Irak Kürtleri bağımsızlığını kazanmaya yaklaşsa (ki oldu), Türkiye, bir NATO üyesi ve stratejik öneme sahip bir ülke olarak bunu engelleyebilir (ki, bu da oldu). ”Kürtler’e birileri bağımsız bir devlet kurmaları için toprak vermeye kalkışırsa, bu Türkiye ve müttefikleri tarafından tehlikeli bir örnek addedilerek engellenecektir. Bu da uluslararası arenada, bölgenin düzeninin bozulmasının olası siyasi ve ekonomik zararlarından duyulacak endişe nedeniyle muhalif bir baskı oluşturacaktır.

Dahası birçok Kürt ya ekonomik sebeplerden dolayı, ya da Türk ordusu tarafından zorlanarak Türkiye’nin batısına göç etti. İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirler, özellikle mahrumiyet bölgelerinde büyük bir Kürt nüfusunu barındırıyorlar. Ayrıca Kürtler ve Türkler arasında önemli sayıda evlilik oldu. Resmi ırkçılığa ve ırkçı organizasyonların sürekli provokasyonlarına rağmen, Türklerin çoğunluğu hala Kürtler’e düşmanlık beslemiyor. Bağımsız bir Kürt devleti, siyasi açıdan uygun olsa bile Türkiye’nin batısında yeni bir hayata başlamış birçok Kürt için istenmeyen bir durum olacaktır. Kürt direnişinin güçlü kökleri olduğu ve nihayetinde bölgede otonomi sağlamayı başaracağı konusunda David McDowall’la hemfikirim: ”Askeri yenilgiler sonucunda, Kürt milliyetçiliği gelecek bahar uyanmak üzere kış uykusuna yatmaya meyillidir. Ölüp gitmesi uzak bir ihtimaldir.”

Kürdistan’ın tarihi, Kürtler’in güçlü devletlerin asimilasyon ve soykırım politikalarına karşı gösterdikleri kahramanca dayanıklılığın ve rejenerebilitelerinin bir kanıtıdır. ”Otorite sahibi devletlerin neden Kürt milliyetçiliğine şeytan gözüyle baktıkları sorgulanmalıdır. Devletlerin sahiplendikleri, Kürt ülkülerinin devletlerin toprak bütünlüğünü tehdit ettiği argümanı en fazla kısmen ikna edicidir zira otorite sahipleri üç ülkede de ayrılıkçı Kürt grupları sayıca çok geride bırakmaktadırlar.” Kürt problemi, ev sahibi ülkeler rejim olarak otoriteryenizmden vazgeçip demokrasiye yönelmedikleri sürece bu bölgede var olmaya devam edecektir.

Türkiye için konuşmak gerekirse, bu ülke Kürtler’in temel haklarını reddetmeye devam ettikçe daha çok şeyler kaybedecektir. Kürt sorununu süngüler, tanklar ve bombalarla çözmeye çalışmak Türkiye için ekonomik, siyasi ve sosyal açıdan pahalıya malolmuştur. Enflasyon ve işsizliğin had safhada olduğu Türkiye, batı dünyasına dahil olmak için pek hevesli olmasına rağmen insan hakları konusundaki korkunç sabıkasından dolayı Avupa Birliği’ne girme hakkını kaybetmiştir. Türkiye yolunu şaşırmış generallerine gerçek görevlerini öğretebilirse bu yalnızca Kürt azınlık için değil; fakat Türk çoğunluk için de çok karlı olacaktır.

Askeri önderlerden, nüfuzlu gazetecilerden, büyük patronlardan ve onların kukla siyasetçilerinden oluşan Türk oligarşisi Kürt direnişinden başka bir cephe daha açtı. Sekülerliğin Türkiye’deki çarpık uygulaması birçok yerli yurttaşı yabancılaştırarak onları daha radikal olmaya zorladı. Türk nüfusunun en az üçte biri ılımlı dini özgürlük talepleri -okul ve üniversitelerde başlarına türban bağlayabilmek gibi- yüzünden büyük baskı gördüler. Uzun lafın kısası, generaller Türk politikasını kontrol ettiği sürece Türkiye büyük bir risk altında olacaktır. Türkiye, nüfusunun hem dini, hem de Kürt kesimleriyle aynı anda savaşmaya muktedir değildir.

Biz Kürtler, geçmiş ve mevcut jeopolitik konjonktür değerlendirildiğinde, bağımsızlık talebimizden vazgeçmeli ve otonomi ya da federal bir sistem için çalışmalıyız. Dünya’nın geleceği birlik ve globalizmdedir. Bu strateji ayrıca uluslararası destek de bulacak ve bizim için daha iyi işleyecek. Biz, Mezopotamya’nın yerli halkı olarak kültürümüzü, dilimizi, siyasi geleneklerimizi ve topraklarımız üzerindeki haklarımızı korumak için usluslararası hukuka sığınmalıyız. Birleşmiş Milletler’in yerli halklar konusundaki tanımı bizimle mükemmel bir uyum sağlamaktadır:

”Kendi bölgelerinde işgal ya da kolonizasyon öncesi gelişmiş milletlerle tarihi bir süreklilik arz eden yerli topluluklar, halklar ve uluslar, kendilerini mevcut olarak bölgede hakim bulunan grupladan ayrı tutabilir ya da onların bir parçası saymaktadırlar. Bunlar topluluğun mevcut olarak baskın olmayan kısımlarını oluştururlar ve atalarından gelen topraklarını ve etnik kimliklerini, bir halk olarak devamlılık arz eden mevcudiyetlerinin temeli olarak, kendi kültürel modellerine, sosyal kurumlarına ve yasal sistemlerine uygun olarak korumaya, geliştirmeye ve gelecek kuşaklara devretmeye azimlidirler.”

Bizi Mezopotamya’nın yerli halkı kılan öğeler köklü tarihimiz, kültürümüz, etnisitemiz ve atalarımızdan miras kalan topraklarımızdır. Kürtler’in yalnızca yerli bir halk olarak değil, aynı zamanda bir azınlık olarak da insan hakları ihlal edilmektedir. Türkiye, ”Etnik, dini ya da lingüistik azınlıklar içeren devletlerde, bu azınlıklara mensup bulunan insanlar kendi topluluklarına mensup diğer insanlarla beraber kendi kültürlerini yaşatma, kendi dinlerini sahiplenip ona göre ibadet etme ve kendi dillerini kullanma hakkından mahrum bırakılamazlar.” diyen Sivil ve Siyasi Haklara Dair Uluslararası Sözleşme’yi açıkça ihlal etmektedir.

Türkler kendileri olabilmeli, ama biz Kürtler de kendimiz olabilmeliyiz. Bizim Türkçe’yi yasaklamak gibi bir isteğimiz yok. Türkler’den, kendilerinin Kürtler’in bir kabilesi olduklarını söylemelerini beklemiyoruz. Türkler’i, çocuklarına Kürtçe isimler vermeye zorlama gayesinde değiliz. Türk müziğinden ve Türk şiirinden nefret etmek için bir nedenimiz yok. Türk köylerini yakıp yıkmayı planlamıyoruz. Türkler’i göç etmeye zorlamaya niyetimiz yok.

Türkiye’nin ve uluslararası topluluğun, bizim kendi kültürümüzü yaşatmak ve kendi dilimizi kullanmak konusunda serbest olmamıza dair etik ve yasal bir sorumluluğu vardır. Çocuklarımıza kendi dilimizde isim ve eğitim verebilmeliyiz. Devlet araya girmeden, müdahale etmeden kendi bayramlarımızı kutlayabilmeliyiz. Kürtçe şarkı söyleyebilmeli, Kürtçe yazabilmeliyiz. Kürdi kıyafetlerimizi giyerek Türk komşularımızı selamlayabilmeliyiz. Kentlerimiz askeri saldırılara kapalı olmalı. Topraklarımızı terk etmeye zorlanmamalıyız. Irkçılığı tasvip etmeyen insanlar olarak öldürülmemeli ve hapsedilmemeliyiz. Çocuklarımız ”Ne mutlu Türk’üm diyene!” demek zorunda bırakılmamalı.

Evet, ben bir Kürt’üm ve Allah’tan herkes için özgürlük, adalet ve barış diliyorum.



******



16.03.2017 22:27 ~22:28 | gumgumok

Hemûyan Bixwîne

Xêra xwe vê peyvê ji îngîlîzî wergerîne kurdî
destkol
dengdanên dawîn (yên din..)
stranên ku nivîskarên tirşikê vêga guhdarî dikin [1]
Raffî Mardoyan - fatima salih axa

...
helbestên ku tirşikvanan nivîsandine [2]
Li pey Xeyalekê Her caran bo te hewil didim Helbestên pes...
şêx seîd [2]
Şêx Seîd, Şêx Muhemmed Seîdê Neqşîbendî an jî (stur: Ş...
kercews [1]
Ji midyadê veqetiyaye dûre jî búye Navçeya batmanê. Ne şaş bim Navê xw...
nexweşiya mirovê vî wextî [1]
Ji hal û rewşa xwe ne kêfxweş in. Berê hewqas nexweşî, şer, feqîrî, be...
belki ev jî bala te bikişînin
» edip yüksel
» yüksel hoš

Kategoriyên mijarê::
nivîskarên ku li vê mijarê nivîsîne


sitemap
reklamokên beredayî